MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Partisinin TBMM'deki grup toplantısında yaptığı konuşmada, Gazi Meclis’in 3’üncü Yasama Yılı’nın siyasi parti gruplarımıza, siyaset ve demokrasi hayatımıza, aynı şekilde ülkemize ve milletimize hayırlı olmasını temenni ediyor, milli iradenin bahşettiği vekâlet görevini layıkı veçhile üstlenen saygıdeğer milletvekillerimize başarılar diliyorum.
Siyasette kaçınılmaz yenilgiler, kaçınılmaz zaferler yoktur.
Başka türlü ifade edersek siyaset; millete hizmetin meşru vesaiti, insan ve ülke yönetiminin demokratik vetiresi, bugünü es geçmeyen, geçmişe yüz çevirmeyen, gelecek hedeflerini görmezden gelmeyen sorumluluk kültürü, mutabakat kümesi, pek tabii olarak centilmenlik küresidir.
Nokta zamanda somutlaşan siyasi tablo belki bu görüşlerimizi tekzip edebilir.
Ancak siyasi olgunluğun zirve eteklerine inanıyorum ki aşama aşama ulaşılması da mümkün, hatta ikmali ve icrası mecburi bir görev olarak önümüzdedir.
Vatanın haremi ismeti kesif bir saldırıya mazur kalmışken, İlk Meclis’in merhum ve muhterem mebusları ağız, akıl ve ahlak birliği halinde uyuklayan vicdanları adeta yürekli çığlıklarıyla uyandırmasını bilmiş, nitekim Milli Mücadele’nin kuvveden fiile çıkışı bu şekilde vücut bulmuştu.
Dünya görüşleri başka başka olsa da; yöre, köken ve siyasi tasavvur farklılıkları zaman zaman kalın bir çizgi misali ikili ve çoklu diyalog hatlarının üzerini örtse de, İlk Meclis’in feragat ve fedakarlık timsali mebusları mukadderat, mukaddesat ve bağımsızlık ortak paydasında cesaretle birleşmişler ve bilenmişlerdi.
28’inci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görev alan her milletvekilinin bu tarihi miras ve müktesebata muhakkak surette bağlı olması, kanaatimce vatan ve varoluş borcudur.
Bu borç hepimiz için tutulması ve tutkuyla ifası gereken istiklal ve istikbal ödevidir.
İlk defa olarak telaffuz ve tekemmül eden Milli Meclis tanımlamasının üzerinden 115 yıl geçmiştir.
Milli hâkimiyetin sarih, sahici ve hukuksal nitelik kazanmasının mazisi Teşkilatı Esasiye Kanunu kapsamında 103 yılı bulsa da, ilk kez bu kavrama vurgu 19 Ağustos 1909 tarihinde yapılmıştır.
Başa gelen çekilir anlayışını reddeden, aciz tevekkülü, acıklı teslimiyeti elinin tersiyle iten Türk milleti varlık ve onur mücadelesinin delinmez çatısını şaşmaz iradesiyle örmüş ve adına Türkiye Büyük Millet Meclisi demiştir.
Dönemin mebuslarının sıraları yer darlığı yüzünden kürsünün hemen dibine yakın bir yerden başlayarak geriye ve yanlara doğru dizilmiş, aralarında ancak bir insanın geçebileceği dar geçitler bırakılmış olsa da, Meclis’in ruhu dağ gibi, ufku dev gibi, umudu da demir gibiydi.
Ne mutlu, bu ruhu, bu ufku, bu umudu şuurla benimseyip gönlünün, görüşünün, gövdesinin ve fikir gökyüzünün kılavuzu haline getiren şerefli milletvekillerimizle bilcümle siyaset insanımıza.
Türk tarihine bütüncül ve teferruatlı şekilde bakıldığı takdirde, birlikte yaşama ve yükselme inancının zayıflayıp zedelendiği dönemlerde milli felaketlerin birbiri ardına patlak verdiği yakından görülecektir.
Görmekle kalınmayacak, elbette ahlar, vahlar, keşkeler tıpkı yağmur damlaları gibi bulutlu kalplerden hüzünle buruşan dudaklara sağanak halinde dökülecektir.
Geçmişin haletinden ve gelişmelerin hamulesinden istifade ederek geleceğin koordinatlarını dosdoğru çizmek ancak ve ancak ileri görüşlü, irade ve sezgi gücü yüksek toplum ve milletlerin harcıdır.
Her etabı isabetli karar vermeyi, cesur adım atmayı ve keskin politik zekayı gerektiren, en küçük tereddüt ve tenakuz halinin ise vahim neticelere ortam açacağı tarihsel süreçlerin milli şuurla analiz ve okumasının yapılması hayatın gerçeklerine en uygun seçenektir.
İkinci el inançların ve yıkıcı düşüncelerin sonu yoktur.
Cephelere bölünmüş, mahallere ayrılmış, kamplara dağılmış ideolojik dürtülerin ve siyasi düşüncelerin ortak bir gelecek inşasına destek vermesi hayal ötesi bir durumdur.
İçinde bulunduğumuz zaman ölçeğinde ülkemizi pençesine alan, dünyayı ele geçiren, küresel huzur ve güven açıklarını inanılmaz düzeylerde büyüten müzmin ve mütehakkim sorun ortak gelecek idealinin körelmeye, değilse bile köhnemeye yüz tutmasıdır.
Mutlak surette bu tehlikeli akıntının önünü almak, önünü kesmek lazımdır.
Medeniyet ve milletler arasında sertleşen kutuplaşmanın başlıca nedeni, derinlemesine genişleyen anlam bunalımının, kamçılanan rövanşist emellerin, hakimiyet ve paylaşım kavgalarının cinnet eşiğine dayanmasının eseridir.
Adalet ve hakkaniyetin sözünü eden çok olsa da, riayet ve saygı duyan neredeyse kalmamıştır.
İnsani değerler, insanlık onuru, insan hak ve hukuku ayaklar altındadır.
Bu kahredici salgının yavaş yavaş ülkemizi tesir altına alıyor olması hepimize alarm vermelidir.
Kardeşçe yaşamak, erdemli bir hayatın izinden yürümek, milli ve manevi hükümler kapsamında yol haritamızı belirlemek varken,
Birbirimizi hırpalayıp şeytanlaştırmak, çerden çöpten meseleler etrafında savaş boyaları sürmek hiç kimse unutmasın ki, bedeli ve vebali çok ağır olacak bir gaflet, hatta dalalettir.
Yol yakınken, henüz vakit geçmemişken, muhtevalı bir vicdan muhasebesinin zarureti, deyim yerindeyse herkesin elini husumet tetiğinden çekmesi samimi niyazım ve iyi niyet beyanımdır.
Başka Türkiye yoktur.
Gideceğimiz, geleceğimizi kuracağımız, sığıntı gibi toprağında gezeceğimiz bir yurt köşesi yoktur.
Bölgesel ve küresel tehdit dalgalarının şiddetle kıyılarımıza çarptığı, zaman zaman hasara sebep olduğu bugünkü zaman diliminde Türk milletinin her ferdi birbirine sımsıkı sarılmakla mühürlü ve mükelleftir.
Sadece camilerimizde, sadece düğün alaylarında, sadece cenaze merasimlerinde değil, hayatın her alanında saf saf toplanıp kabaran ve katlanan güncel tehlikelere direniş göstermeliyiz.
Bu asil direnişi sadırdan satıra, sabırdan sahneye, sağduyudan sahaya kademe kademe taşıdığımız dönemlerin açık seçik şahitliğiyle ifade edecek olursam,
Bu muvaffakiyet kudretiyle her düşüşten sonra ele ele tekrar ayağa kalktık.
Her kayıptan sonra sırt sırta verip yeniden milli hedeflere kilitlendik.
Bulmaca içindeki bulmacaları çözebilmek,
Birbiri ardına tuzaklanmış kör labirentlerden sıyrılabilmek,
Siyasi, stratejik, diplomatik ve ekonomik mahiyetli çok cepheli mücadeleden başarıyla çıkabilmek için öncelikle özümüze dönmemiz,
Öz değerlerimizle kenetlenmemiz, milli birlik ve kardeşliğimizi özgüvenle sahiplenmemiz ikamesi ve ihmali olamayacak netlikte ve nitelikte bir zorunluluktur.
Türk milleti büyük ve güçlü bir ailedir.
Ve bu aile kalbi kuruyan, vicdanı küflenen bugünkü dünyada hepimiz namına ifade ediyorum ki, en emin, en müşfik, en merhametli sığınağımızdır.
Değişen şartlara değişmeyen tepkiler vermek akıl karı olarak değerlendirilemez.
Fakat değişim kisvesi altında başkalaşmanın ve başıboşluğun çekimine kapılmak, kaynak ve kök değerlerden süratle kopmak mazur addedilemez.
Nehrin akışına karşı devamlı kürek çekmek mantık ölçüleriyle telif ve tevil edilemez.
Uçurum kenarında güreş tutmak, yağlı direğe tırmanma yarışına girmek, mayın tarlasında kavgaya tutuşmak, ateşin ortasında kıvılcım saymak hiç kimseye bir şey kazandırmaz, kazandıramaz.
Hele ki, tahrik atmosferinden ve sürekli oğul veren dış bağlantılı operasyon kovanından siyasi menfaat arayışına tenezzül etmek namuslu bir insan ve siyasetçi tavrı asla olamaz, olmamalıdır.
Bu düşüncelerimi hiçbir karşılık beklemeksizin dile getirdiğimi, artık bir kader ve karar anında bulunduğumuzu özellikle aziz milletim çok iyi bilmelidir.
Hani diyor ya Merhum Necip Fazıl Kısakürek;
Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam kollarımı makas gibi açarak,
Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,
Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden.
Zamanın gerisinde kalmak, çağın dışına savrulmak, hafızamızı kaybetmek, sebepsiz yere birbirimizin açığını arayıp gönül köprülerini yıkmak, gözünün üstünde kaşın var bahaneleriyle pozisyon almak, herkesi uyarıyorum ki, tarihin harabelerine ve hurdalığına karışmakla eşanlamlıdır.
Güncellenmiş barbarlık, güçlenmiş vahşet, yeni dünya düzeni adıyla formüle edilen küresel sömürgecilik yalnızca Türk-İslam alemine değil, beşeriyetin tamamına pusu kurmuştur.
Bu pusuda zalimler insanlık vicdanını doğrudan hedef almışlardır.
Olmaz denilen ne varsa olmaya başlamıştır.
Zulüm taarruza geçmiş, insani, ekonomik, sosyal ve ahlaki zayiat tahammül sınırlarından taşmıştır.
Küresel arenada emperyalist azgınlığın yapı taşlarını döşediği korku imparatorluğu seri cinayetlerinde devamlı el ve çıta yükseltmektedir.
Sabrın limitleri dolmuş, akıl ve sağduyunun güvertesini sular basmıştır.
İnsanlığın içine sıkıştığı zora ve silaha dayalı şiddet mengenesini gevşetme çabaları şimdiye kadar sonuçsuz kalmıştır.
Dünya çapında gelir, servet ve refah eşitsizliği hüküm sürerken, buna bir de çatışmalar, savaşlar, felaket senaryolarından mülhem kaygılı bekleyişler eklenmiştir.
Mücavir ülke ve topraklar başta olmak üzere, coğrafyaların kahir ekseriyeti kanlı hesaplaşmalarla, sonu gelmeyen saldırılarla boğulmaktadır.
İnsani krizler tıpkı bir volkan ağzı gibi patlamaktadır.
Dünya bir yanda kendi yörüngesinde diğer yanda güneşin yörüngesinde dönerken, maalesef adalet, ahlak, anlayış, ortak anlam ve amaç yörüngesinden şiddetle kaymış, bu kayış dehşet verici hadiselerin sökün etmesine kapı aralamıştır.
Beşeriyet temiz bir vizyona, adil ve cesur politikalara, yeni bir hikâyeye, yeni baştan adaletli, insaflı ve istikrarlı bir düzene aç ve muhtaçtır.
Daha doğrusu, müşterek hayatın gayesine matuf berrak, haktanır, eşitlikçi, hukuki çerçevesi belirgin ve caydırıcı kurallarla ihata edilmiş ahlaklı bir düzenin tesis ve temini şarttır.
Yerküreyi A’dan Z’ye huzursuzluğa ve umutsuzluğa sevk eden mevcut statükonun tamiri ve tadili değil, köklü tasfiyesi gerekmektedir.
Çünkü maddi ve teknolojik gelişmeler beklenenin aksine, beşeriyeti ahlaki, psikolojik ve ruhsal iflasın eşiğine taşımış ve esasen mahvetmiştir.
Sadece ekonomik temelli değil, siyasi ve toplumsal resesyon kıtaları omurgasından tutmuş ve tozu dumana katmıştır.
Az sonra temas etmeyi düşündüğüm bölgesel ve küresel hercümerce karşı dikkat, ihtiyat ve teyakkuz içinde tavır almamız ertelenmesi devasa külfetlere neden olacak bir ihtiyaçtır.
Demokrasi kalpazanları, siyasi dolandırıcılar, bukalemun mizaçlı fırıldaklar, emperyalizmin damga yemiş uşakları, aklı ve iradesi rehinli işbirlikçiler ne derse desin kaotik dünyaya karşı milli ve manevi cephemizin tahkimatı başlıca vazifemizdir.
Merhum Akif’in dediği gibi;
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa,
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,
Taşıp da kaplasa afakı bir kızıl sarsa,
Değil mi cephemizin sinesinde iman bir,
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir,
Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz,
Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz.
Sarsılmaya çalışılan iç cephemizdir, buna izin veremeyiz, vermeyeceğiz.
Dağıtılmak istenen sapasağlam birliğimiz ve dirliğimizdir, buna göz yumamayız, yummayacağız.
Hedef alınan milli birlik ve varlığımızdır, tüm dünya duysun ki, ölümüz şehit, dirimiz yiğit, karşımızdakiler müfrit, direncimiz ve dirayetimiz müthiştir.
Şansını denemek isteyen varsa buyursun gelsin.
Kanla, canla, cefayla, ezayla, fedayla, ferden ferdayla bedeli ödenen aziz vatan topraklarında bizi birbirimize düşürüp yutmayı planlayanların boğazına dururuz, haydi durmadık diyelim, bu kez de yağlı urgan olur boğazlarına dolanırız.
Küresel tezgâha yakasını kaptırıp iç barış ve huzur ortamımızı karıştırmak için fırsat kollayanların kulaklarında yay gibi gergin bu sözlerimin her daim çınlaması ısrarlı tavsiyemdir.
Sakın ola yanlış yoldan doğru istikametin çıkacağı sanılmasın.
Sakın ola Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilkeleri ve kuruluş iradesi üzerinde tahribat ve oynamalara heves edilmesin.
Paylaşamayacağımız bir şey yoktur.
Sahte ve sanal gündemlere kaptırılacak yakamız yoktur.
Küresel projelere boyun eğecek, tamam diyecek, saklanıp sinecek korkak bir meşrep bizde yoktur.
Sosyal medya suikastlarına boyun eğecek bir fıtrat biz de hiç yoktur.
Ne söylemişsek arkasındayız.
Neyi diyorsak sözümüz olsun, yapacağız.
Türkiye’mize sahip çıkacağız.
Cumhur İttifakı’nı yaşatacağız.
Devşirilmiş ve DEM’lenmiş fosillere meydanı boş bırakmayacağız.
Birliğimizi ve beraberliğimizi nimet bileceğiz.
Türk milletinin her ferdini kendimiz gibi göreceğiz, canparemiz sayacağız.
Yaratılanı hoş göreceğiz Yaratandan ötürü.
Yüzeysel farklılıklara takılıp armudun sapı, üzümün çöpü araştırması yapmayacağız.
Türk ve Türkiye Yüzyılında, bu kapsamda yeşeren Türk Devri’nde yeni bir mucizenin hep birlikte imzacısı ve imtiyaz sahibi olacağız.
Değerli Arkadaşlarım,
Sözde kurallara dayalı olduğu iddia edilen uluslararası müesses denge ve düzenin itibar ve inandırıcılığının kalmadığı ortadadır.
İkinci Dünya Savaşı’nı müteakip galip ülkelerin, yani Batı dünyasının değer ve kurumlarının referansıyla taçlandırılan mevcut uluslararası sistem bütünüyle teklemiş ve sonunda tıkanmıştır.
Haklının güçsüz, güçlünün haklı olduğu adaletsiz ve ahlaken çökmüş bir yapının sürdürülebilir olması devenin iğne deliğiyle imtihanı kadar beyhude ve hezeyan dolu bir zorlamadır.
Gazze 360 gündür vurulmaktadır, velakin saldırıları durduracak, imdat ve yardım çağrılarını duyacak Türkiye ve birkaç ülke dışında, müessir bir irade ne görülmüş, ne de ortaya çıkmıştır.
Vahşetin kol gezdiği Ortadoğu’da insanlık can çekişirken, eşzamanlı olarak küresel vicdan da felçli ve fecaat verici sessizliğe gömülmüştür.
İsrail Gazze ve Batı Şeria’da sistematik zorbalıklarına her gün bir yenisini ilave ederken, diğer yanda ve aynı zamanda Lübnan’a, Yemen’e ve Suriye’ye bomba yağdırmaktadır.
Bölgesel savaşın çıkıp çıkmayacağını, savaşın yaygınlaşıp yaygınlaşmayacağını tartışıp havanda su dövenlere sormak gerekir ki, akıl heybelerinde bulunan savaşın olması ve yaşanması için daha neyin olması beklenmektedir?
Savaş çıkacağı kadar çıkmıştır.
Hala farklı arayış ve argümanlarla sıcak gelişmeleri, aleni savaş ortamını saptırmanın bir faydası yoktur.
İsrail kontrolden çıkan, rutinden tamamıyla uzaklaşan haydut devlet örneğinin son sürümüdür, Netenyahu ise nefret dehlizinde katlettiği masum bedenlerin üzerine basa basa ikbal ve ikmal kaygısını telafi çabasına girişmiştir.
Şurası örtülemez bir gerçektir ki, ABD takviyeli İsrail terör devleti, Ortadoğu’nun tamamına musallat olmuş, kilit ve kritik hedeflere sızarak suikast ve saldırılarını otomatiğe bağlamıştır.
Geçtiğimiz haftanın Cuma günü, Hizbullah Lideri Nasrallah’ın Beyrut’ta katli, ardından yine Hizbullah’ın ilk halkasını oluşturan diğer yöneticilerine karşı nokta operasyonlar başkaca bir yorum ve değerlendirme yapmamıza engeldir.
Savaşın bir konsept dahilinde ve stratejik olarak yaygınlaştırılmasının sadece Ortadoğu’yla sınırlı kalacağını düşünenler yanılmakta ve yanlış hesap içindedir.
ABD’nin Kasım ayındaki başkanlık seçimlerine varıncaya kadar devam edegelen sürek avı etki alanını ve şiddet enerjisini genişleterek neredeyse vatanımızın sınırlarına dayanacaktır.
Kaldı ki, İsrail’in sabotaj ve saldırılarının aynı zamanda Türkiye’ye verilmiş bir mesaj olduğunu inkar etmek bize kalırsa söz konusu değildir.
İran Cumhurbaşkanı Reisi’nin, Hamas Siyasi Büro Şefi İsmail Haniye’nin, Hizbullah Lideri Nasrallah’ın sırayla ölümleri içi içe geçen, birbiriyle bağ ve bağlantılı olan vahim olaylardan bazılarıdır.
Görünürde tetikçi İsrail, geri planda Türk ve İslam düşmanı küresel güçler Ortadoğu’ya ve yakın coğrafyalara darbe üstüne darbe indirmektedir.
Buna karşılık Birleşmiş Milletler’in acilen devreye girip hak ve yetkisini kullanarak bırakınız müdahale etmesini, buna takatinin ve niyetinin bile olmadığı anlaşılmaktadır.
İnsanlığın gözü önünde soykırım zincirine her gün yeni bir halka eklenirken hiç kimseden ses ve sedanın gelmemesi failleri belli olan suç ortaklığının bal gibi ipucu ve işareti değilse, sorarım sizlere acaba nedir?
21-25 Eylül 2024 tarihleri arasında yapılan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda sessiz milyonlara tercüman olan, hakkın ve haklının sözcülüğünü yapan; çok açık, çok tesirli, çok doyurucu mesajlarıyla Türk milletinin duruşunu dünyaya tebliğ eden Sayın Cumhurbaşkanımızın konuşmasından sonra,
Katil Netenyahu’nun alçakça konuşup tehditler savurması demokrasi, özgürlük ve insan hakları hususunda mangalda kül bırakmayan ülke temsilcileri tarafından nasıl hazmedilmiştir?
Hunhar ve hayasız trajedinin seyri ne zamana kadar sürecektir?
Kürsüye çıkmadan önce Nasrallah’ın infaz emrini veren bir cani, döktüğü kanlara Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nu alet edecek kadar pervasız, fütursuz ve küstahtır.
ABD Kongresi’nde Netenyahu’yu 72 kez ayakta alkışlayanlar mazlumların imhasını ihtiramla selamlayan ve sahiplenen insanlık defoları olarak hafızalara kazınmıştır.
Benzerini Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda da yapanlar aynı hizada, aynı hüsran verici utancın ve yüz kızarıklığının çemberindedir.
Birleşmiş Milletler’in ve Güvenlik Konseyi’nin hukuksal ve siyasi yapısının bu haliyle devamı hiçbir değerle, hiçbir barış ve huzur özlemiyle örtüşmeyecek cesamettedir.
ABD’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi’nin Eylül ayındaki bir açıklamasında dediği özetle şuydu:
“Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki veto yetkimizi çıkarlarımızı gözetmek için kullanıyoruz. Bunun için herhangi bir mazeret beyan etmeyeceğiz.”
Bu kaba ve yaralayıcı ifadeler dayatmadır, otokrat meydan okumadır, kuvvet kimdeyse sözün sahibi odur, demenin şifreli beyanatından başka bir şey de değildir.
Peki, 8 milyar nüfusu olan dünyanın diğer ülke ve toplumlarının çıkarları ne olacaktır?
Masumların hayat haklarına saygı duymayan, daha doğru tabirle duyulmasına hizmet etmeyen bir uluslararası kuruluşun ahlaken bağlayıcılığından bahsetmek nasıl ve nereye kadar mümkündür?
30 Nisan 2024 tarihli Meclis grup Toplantımızda demiştim ki:
“Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasındaki dünya şartlarında kurulmuştur.
Bu kapsamda Konsey, savaşın yeniden şekillendirdiği bir düzenin izlerini taşımakta ve 5’i daimî olmak üzere 15 üyeden oluşmaktadır.
Kararlar, 15 üyenin en az 9’unun onayıyla alınıyor olsa da, sadece daimî üye statüsündeki ülkelerin veto hakkı bulunmaktadır.
Konseydeki üyelik şartlarının ve veto yetkilerinin değişikliği için BM Antlaşması’nda değişiklikler yapılması zorunluluğu ertelenemez düzeydedir.
Fakat bunun sağlanabilmesi için Genel Kurulda üçte iki çoğunluk sağlanması ve daimî 5 üyenin onayı gerekmektedir.
Bu ülkeler doğal olarak karar alma süreçleri üzerinde etkilerini azaltabilecek reform girişimlerine direnç göstermektedirler.
Değişime yönelik zorluklar bir direnç getirse de dünya devletleri genelinde var olan değişim talebi sürecin ve tartışmaların devamını sağlamaktadır.
Konseyin daimî ve geçici üyeler olarak biçimlenen yapısının II. Dünya Savaşı sonrası dönemi temsil ettiği ve günümüz ihtiyaçlarını karşılamadığı bir gerçektir.
Güvenlik Konseyi’nin mevcut yapılanması, operasyonel verimliliği engellemesi sebebiyle meşruiyet sorunları yaşandığına ve kapsayıcılık ilkesine yönelik eksiklikler olduğuna işaret etmektedir.
Daimî üyeliklerin sorgulanması ise tartışmaların önemli bir unsurudur.
Tarihsel sürece bakıldığında veto yetkisinin karar alma mekanizmalarını neredeyse her krizde kısıtlamış olması, bu yetkinin kaldırılması ya da sınırlandırılması gerekliliğinin dünya genelinde kabul görmesiyle sonuçlanmıştır.
Daimî üyeler tarafından sahip olunan veto yetkisinin yerine "çift çoğunluk" sisteminin getirilmesi veya daha geniş bir ülke yelpazesinin uluslararası karar alma süreçlerine dahil edilmesi, görüş bildirmesi ve katkı vermesine imkân sağlayacak bir mekanizmanın inşası teklif ve düşüncemizdir.”
Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi yapısı yeni baştan ve derhal reform edilmelidir.
Bu reform ihtiyacının gecikmesi çok ciddi ve sancılı gelişmelere sebep olacaktır.
İsrail saldırıları karşısında üç maymunu oynayanların, soykırıma seyirci kalanların ne diyeceği, ne yapacağı, neyi önereceği önemsiz bir ayrıntıdır ve hükmünü kaybetmiştir.
Geldiğimiz bu aşamada Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin fonksiyonel yapısı değişmeli, aksi halde Birleşmiş Milletler Genel Kurul toplantılarının boykotu gündeme alınmalıdır.
Aynı zamanda, ülkelerin eşit katılım ve oy hakkını ihtiva eden alternatif dünya birliği konusunda çalışmalar hızlanmalı ve dünya beş ülkenin ağzına bakmaktan kurtulmalıdır.
Birleşmiş Milletler Genel Kurul Kürsüsüne elinde haritalarla çıkıp asıl ve potansiyel hedeflerini açık eden Netenyahu ve temsil ettiği terör devleti karşısında İslam ülkeleri de Allah için sesini yükseltmelidir.
Bebekler kendi kanlarını içe içe hayattan kopartılırken, servet ve şöhret içinde yüzenler, isminin başında emir, sultan, kral unvanı taşıyanlar bunun hesabını nasıl vereceklerdir?
İsrail, Lübnan’ın Litani Nehri’nin güneyindeki bölgelerde hak iddia edip vaat edilmiş topraklar melanetini seslendirirken, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın anlayışına mahkum olmanın neresi Müslümanca bir tutumdur?
İlk kıblemiz Mescid-i Aksa’ya ve Haremi Şerif’e en şedit hakaret ve hücumlar yapılıyorken, İslam ülkeleri nereye sinmiş, nereye gitmiş, nereye gizlenmişlerdir?
Ayıp değil midir? Günah değil midir? Yazık değil midir?
Şayet bugün olmayacaksa birlik ve beraberlik iradesinin meşalesi ne zaman yanacak veya yakılacaktır?
İslam beldeleri yakılıp yıkılırken, sivil ve masum insanlar topluca öldürülürken rahat uyku uyumak, keyif sürmek haram değilse nedir
Devasa boyutlara ulaşan bir insanlık sorununa karşı tarafsızlık pozu vermenin, sırt dönmenin, hiç kimse kusura kalmasın ama, müşrik utanmazlıktan ne farkı vardır?
1967 sınırları temelinde, başkenti Doğu Kudüs olan, bağımsız, egemen ve coğrafi bütünlüğe sahip bir Filistin devletinin hayat bulması bölge ve dünya barışı için kilit önemdedir.
Kıbrıs’ta söylediğimiz üzere, İsrail ile Filistin arasında iki devletli bir sistem tecelli etmelidir.
Kalıcı ateşkes gecikmeksizin sağlanmalıdır.
Sürdürülebilir barış ortamı kurumsallaşmalıdır.
Türkiye ile Suriye işbirliği ve uzlaşma zemininde daha fazla oyalanmadan buluşmalı, İsrail ve destekçilerinin yaygın tehdidine karşı milli güvenlik unsurlarımız tetikte ve teyakkuzda olmalıdır.
Ülke içinde yuvalanmış, hücre hücre örgütlenmiş yabancı istihbarat uzantılarını deşifre etmekle beraber uyanık halde durmak milli birlik ve güvenliğimiz için en temel önceliklerden birisidir ve ihmale gelmeyecektir.
Türkiye’nin zımnen tehdidine cüret edenlerin, tarihi ve dini motivasyonlarla hegemonya planı yapanların, rehavet anımızı kollayıp aleyhimizde vızır vızır faaliyet gösterenlerin alayını birden tepelemez isek diyorum ki, gök girsin kızıl çıksın, yaşamak bize zehir olsun.
Muhterem Arkadaşlarım,
Bu yasama yılında gündemdeki yasal düzenlemelerin yapılmasıyla birlikte yeni anayasa ihtiyacının geniş bir mutabakat ikliminde kararlılıkla ele alınacağını düşünüyorum.
Sivil ve demokratik bir anayasayı ülkemize ve milletimize kazandırmak yeni yüzyılın en büyük demokratik başarısı olacaktır.
12 Eylül darbe döneminin kalın iz ve tortularını taşıyan mevcut anayasayla Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin doğası ve sistemsel mimarisi çelişmektedir.
Bu nedenle sorumluluk bilinciyle harekete geçmemiz, ağyarını mani efradını cami bir anayasayı hazırlayıp devlet ve millet hayatına hakim kılmamız acil bir gerekliliktir.
Ayrıca Öğretmenlik Meslek Kanunu teklifi ile dokuzuncu yargı paketinin kısa süre içinde yasalaşacağına inanıyorum.
Milliyetçi Hareket Partisi ve Cumhur İttifakı milletimize verdiği sözleri birer birer tutacaktır.
İttifakımız Türkiye’nin parlak geleceğinin müjdesidir.
İttifakımız Türk ve Türkiye Yüzyılının bayraktarıdır.
İttifakımız ekonomik ve siyasi istikrarın güvencesidir.
Şu tuhaf zillet ve ziyan olmuş üsluba bakınız ki,
Kendi ittifaklarına iyiler, bizim ittifakımıza da kötüler diyen provokatör CHP Genel Başkanı’nın mahkeme kapılarında bir avuç MHP düşmanıyla esip gürlemesi, batık gemiler gibi siyasi ahlaksızlığın meçhul sahillerine düşe kalka sürüklenmesi tek kelimeyle yüzsüzlüktür.
Ne kadar Türkiye karşıtı, layüsel, laçka, lekeli ve icazetli sima varsa, hepsi bir olmuş, görülen bir cinayet davası münasebetiyle Milliyetçi Hareket Partisi’ni ve dava arkadaşlarımızı şerefsizce suçlamaya kalkışmışlardır.
Eski veya yeni fark etmez, bazı partilerin genel başkanları, kifayetsiz muhabirler, ekranları fitne fesat yayan bir kısım karanlık televizyon kanalları ayak üstü mahkeme kurmuşlar, bilirkişi, hakim ve savcı rolüne soyunarak partimizi, dava arkadaşlarımızı namertliğe dahi taş çıkartan bir iştahla yargılamaya tevessül etmişlerdir.
Utanmadan, sıkılmadan, gerçekleri çarpıtarak, partimizde azmettirici ve katil arayanlar, timsah gözyaşlarıyla sabrımızı sınayanlar, önce aynaya bakacaklar, şeref ve haysiyetleri elverdiği ölçüde konuşmayı deneyeceklerdir.
Milliyetçi Hareket Partisi Ankara 32.Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ve ikincisi dün başlayan malum davanın duruşmalarını dikkatle takip etmektedir.
Çok söze gerek yoktur.
Aslında buna değecek hiç kimse yoktur.
Ben az söyleyeyim, muhatapları çok anlasın, bizim için yeterlidir.
Milliyetçi Hareket Partisi’ne organize Pensilvanya operasyonu çekenlere ne Ülkü Ocakları’nı ne de Milliyetçi Hareket Partisi’ni çiğnetmem, hayır çiğnerim diyenler varsa, istedikleri yerde, bu davaya hayatını adamış inanmış bir Ülkücü olarak hepsini birden heyecanla beklerim.
Özgür Özel sana diyorum, iddiaların aynen şahsın gibi çürüktür, bastığın yaş tahta, bindiğin patlak lastikli dolmuş, tutsağı olduğun tezvirat cambazlığı seni hiçbir yere götürmeyecektir.
Milliyetçi-Ülkücü Hareket’i karanlık ağızlarına alıp ileri geri konuşan sefillerle hem bu dünyada, hem de Mahkeme-i Kübra’da sonuna kadar hesaplaşmak Rabbim’den yegane dileğimdir.
Yaşına başına bakmadan önüne gelen mikrofona konuşmak, siyasi kışkırtmanın ve uzaktan kumandalı oyunun figüranı olmak bir hanımefendiye asla yakışmayacaktır.
Herkes haddini bilsin, hudut ihlalinden kaçınsın, kapımızın önünde baykuş öttürmeyiz, kanat çırpan akbabaların da kanatlarını yolar kopartırız.
Mahkeme kararı açıklanmadan, adalet yerini bulmadan, güya ve gıyaben hüküm verenler iftiralarının günahına iki cihanda da katlanacaklar, camiamız bu rezillere hakkını hiçbir zaman helal etmeyecektir.
Buradan sesleniyorum; Halk Tv ve CHP ayağınızı denk alın. Dört soytarı muhabirle Milliyetçi Hareket Partisi’ni sorgulayamazsınız, sorgulatmayız.
Sözlerime son verirken hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyor, başarılı, huzurlu ve sağlıklı bir hafta geçirmenizi gönülden temenni ediyorum.